Ele Ebe: Bir Rönesans Köylüsü | Cem ÖZEL

Ele Ebe: Bir Rönesans Köylüsü | Cem ÖZEL

[avatar user=”cemozel” /]
Cem ÖZEL

Kullanıcı Hizmetleri Yöneticisi/Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi

Geçenlerde takvim yaprakları 13 Haziran’ı gösterdiğinde masanın diğer ucundaki anneme, “Bugün anneanenim ölüm yıldönümü” deyince, yüzündeki tebessüm hüzne dönüştü ve bir iç çekişle on onbeş saniye gözü daldı: “Ah Ele Ebe ah!”

Kendisi de böyle çağırıyordu annesini. Bilmeyenler olabilir, bu nedenle küçük bir hatırlatmada bulunmak isterim. “Ebe” ifadesi hem çocuk doğurtan hem de Anadolu’nun bazı yörelerinde büyük annelerimize söylenen bir sözdür.

“Kaç doğumluydu anneannem?” diye sordum. “Bilmiyorum oğlum. İlk büyük savaşta dışarıda oyun oynadığını söylerler.” Anlıyorum ki 1910’larda doğmuş. 2005’in 13 Haziran’ında da vefat etmişti. Bu da demek oluyor ki, imparatorluktan cumhuriyete oradan da milenyumu gördükten sonra hakkın rahmetine kavuştu.

“Anlatsana biraz eskileri” dedim anneme. Hoş! Çoğunu bildiğimi zannediyordum; ama yeni hikayeler de döküldü annemin eteğinden. Eşimi çağırıp, “Gel gel! Bak ne anlatıyor annem” deyince o da kalkıp geldi yanımıza. Başladı anlatmaya annem.

“Köylerde o zamanlar doktor moktor yok. Annem ebeydi. Sırf doğurtmakla kalmaz sorunlu gebeliklerde de bilgisi vardı. Çevre köylerden gelip annemi götürenler olurdu ya da gebeliğin son günlerinde evinde üç dört gün misafir ettiği ve sonra eline bebeğini verdiği kadınlar da olurdu. Hiç de para mara almazdı. Bir keresinde kasabaya inmiştik. Tezgahları gezerken arkamı dönüp baktığımda annemi göremedim. Şöyle bir ortalığı kol açan edince, gördüm ki, bir kadını traktörün altına yatırmış karnına bakıyor. Kendisini kontrol etmesini isteyen kadının ısrarına dayanamayıp yatırmış traktörün altına.”

Annem bu traktör meselesini anlatırken bir yandan da göbeğini fokurdata fokurdata gülüyordu.

Gülme faslını bitirince, bana da daha önce bahsetmediği bir olayı anlatmaya devam etti: “Bir gün de bir hasta ziyareti için memleketteki hastanelerden birine gitmişler. Koridorda beklerken, sorunlu bir hamile kadının doktorla olan konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Çocuk kanala mı girmemiş ne, onun gibi bir şey. Yanındakilere de “ben bu kadını doğurttururum” deyince bunu duyan doktor, “Sen az önce ne söyledin” deyip ilgilenivermiş. Annem de ciddiye alınınca korkmuş. “Yok” demiş, “Kadına bir şey olursa beni içeri atarlar.” Doktorların ısrarlarına dayanamamış. Olur mu olmaz mı derken, kendini doğumhanede bulmuş.” Şöyle bir düşünüyorum da, kendi çocuklarını bile doğurmadığı doğumhanede, bu sefer uzman sıfatıyla görev yapan bir kadın. Neyse dinlemeye devam edelim annemi: “Yanındakiler şaşkın. Korku ve heyecanla anneannemin doğumhaneden çıkmasını beklemişler.

İşte derler ya “tarihin hangi anına gitmek isterdin” diye, işte ben de o doğum sırasında anneannemin terleyen alnını silen bir erkek hemşire olmak isterdim. Hikaye bununla da bitmiyor. Sorunlu bir doğumu başarıya taşınmasının mimarı olan bir doğumdan sonra, (artık nasıl hayran bıraktıysa) doktorlar anneanneme, “Gel, bizimle çalış” demişler. Anneannem, başına bir şey gelir diye korkup teklifi reddetmiş. Bu olayı duyunca kulaklarıma inanamadım. Okuma yazma bilmeyen bir kadının kendini geliştirip bir hastanede doğumhaneye sağlık personeli sıfatıyla girmesi, elimizde onca okuma imkanı olan bizleri utandırıp yerin dibine batırdı.

Bu rönesans köylüsü ebelikle kalsa iyi, ortopedist kimliği de cabası. Tartışıp küstüğü bir komşusu çalmış kapıyı bir gün. Anneannem de küs olduğu için soğuk davranmış. Gerisini annemden dinleyelim: “Adam karısını dövmekten beter etmiş. Kolu hışır olmuş. Kırılmadık yer kalmamış. Bunlar bize gelince, annem de küs olduğu için  nazlanmış. Bir de o kadar çok kırığı varmış ki, “Ben bunu yapamam” diyerek kasabaya gitmelerini salık vermiş. Allem edip kallem edip annemi ikna ettiler. Annem başladı ilaç yapmaya. Kuru üzümleri ve zeytini bir kapta ezdi. Sonra keçinin kılını sulandırılmış tuza batırıp karıştırdı. Üstüne bir de ağacın kabuğunu soydu. Sonra o kolu önce ezilmiş üzüm ve zeytinle sardı. Üstüne keçi kıllarını yapıştırdı. Ondan sonra da ağaç kabuklarını üstüne koyup bir bezle sardı.  Bir iki ay sonra eskisinden daha iyi oldu. Vallaha da billaha da oldu.” Biyoloji okuyan eşim, “Mis gibi de ilaçlı alçı yapmış anneannen” dedi.

İç geçirip anlatmaya devam etti annem: “Sırf insanları iyi etmiyordu ki, hayvanlara da bakıyordu.”

Şaşkınlığım kat be kat artmıştı. Hem kadın doğum hem ortopedist hem de veteriner oldu başımıza.

Veterinerlik maharetinden de bir olay anlattı. Yine annemden dinliyoruz: “Bir gün kurtlar koyunlarımıza saldırdı. Koyunlardan birinin kuyruğunu yaraladılar. Öyle de güzeldi ki.”  Annem bir an o koyunu gözünün önüne getirdi. Yüzü tebessümle doldu. Sonra devam etti. “Ele Ebe de o koyunu çok seviyordu. Koyunun kuyruğunu yaralayan büyük kurttan sonra, bu kez de küçük kurtlar saldırmaya başladı. Annemin büyük kurda gücü yetmezdi ama küçüklerini halletti.” Nasıl yaptı diye sorunca anneme: “Palut ağaçlarının kabuklarını bir güzel soydu. Onları güzelce kaynattı. Sonra o suyu, koyunun kurtlu kuyruğuna her gün sürdü. Bir hafta sonra geçti.” Biyoloji okuyan eşim, kendi meşrebince “E bu da antibiyotik işte” deyince, şaşkınlığım bir kez daha arttı.

Annem durdu durdu, “Köyde de Türkçeyi onun gibi konuşan yoktu” deyince “Ele Ebe, kariyeri için yanlış zamanda ve yanlış yerde doğmuş” diye bu sefer ben iç geçirmiştim.

Okuma yazma bilip de kitap okumayanları gördükçe üzülürüm. Ta ki kendileri bir destek isteyene kadar. Ne zaman ki benden bir kitap önerisinde bulunmamı isterler, işte o zaman hiçbirini eli boş göndermem. Onlar bir kitap isterler ben onları beş kitapla uğurlarım. Sonra onları takip ederim. Ara ara telefon eder, “Nasıl gidiyor, en son ne okudun?” diye sıkıştırırım. Okumaya devam edenleri gördükçe ben de mutlu olurum.

Anneannem, nam-ı diğer Ele Ebe, güzleri bize, İstanbul’a geldiğinde gözlerini hep oturduğu yerin karşısına diker öyle dakikalarca bakardı. Şimdi düşünüyorum da “Nereye bakıyordu” diye, aslında baktığı yerde raflarda sıralı ansiklopediler vardı. Kim bilir niye bakıyordu? Belki de yeni bulacağı ilaçlarla ilgili bir literatür taraması yapmak isterdi ya da bildiklerini, unutulmasın diye ansiklopedilerin içine mi yazmak isterdi?

Anneannemi anarken biliyorum ki, güzel Anadolumuzun böylesi nice bilge kadınları vardı. Bu bilge kadınları koca dağlara benzetmek abartı olmaz. Zira hem onların etekleri hem de dağların etekleri çiçek açar her daim.  Onlardan öğrendiklerimizi keşke derleyip gelecek kuşaklara aktarmanın bir yolunu bulsaydık. Hepsine ayrı ayrı selam olsun.