Kendimle söyleşi | Cem ÖZEL
[avatar user=”cemozel” /]
Cem ÖZEL
Kullanıcı Hizmetleri Yöneticisi/Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi
Cem Bey, neden kütüphanecilik?
Bu soru “Neden keman?” sorusu gibi oldu. (Gülüşmeler) Ben bu mesleği bilerek seçmedim. Tesadüfler beni bu mesleğe itti. Belki o dershaneye gidip yalan yanlış bilgiler edinmeseydim, şu an başka bir meslek yapıyor olacaktım.
Peki pişman mısınız?
Hayır değilim. Yalan yanlış bilgiler beni çok severek icra ettiğim bir mesleğe yönlendirdi.
Nasıl yani?
Ben bu mesleği seçmeseydim, kütüphaneler benim için ortaokulda dönem ödevlerimi yapmak için gittiğim sevimsiz halk kütüphaneleri olarak kalacaktı aklımın bir ucunda. Dönem ödevlerim de bittiği için artık bir daha da kapısından geçmeyecektim.
Peki mesleğe girdikten sonra ne değiştirdi düşüncelerinizi?
Bir kere okumanın, araştırma yapmanın aslında psikoloji derslerinde gördüğümüz Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en üst katmanda yer alan kendini gerçekleştirme evresine yaklaşmamızı sağlayan en önemli hususlardan biri olduğunu düşünüyorum. Okuyarak farkındalığım arttı. Edebiyatla, sanatla ve kültürle hiç olmadığı kadar ilgilenmeye başladım. Bunlarsız kendimi çok eksik hatta çıplak hissedecektim.
Bu bölümü okurken hiç hayal kırıklığı yaşadınız mı?
Elbette. İlk staj yaptığım Kadıköy Belediyesi Halk ve Çocuk Kütüphanesi’nde ilk hayal kırıklığımı yaşadım. Orayı o kadar sevmiştim ki, stajım bitince orada çalışmayı çok istemiştim. Çünkü bir kütüphanede ilk defa bilgisayar görmüş, sadece kitaplar değil, film seyredebileceğim, müzik dinleyeceğim araçlar görmüştüm; ama olmadı. İşe alınmadım. İlerisi için en büyük hayal kırıklığını bu süreçte yaşadım. Başka bir meslek yapmayı düşündüm. Mesela polis olmak istedim. 155’i arayıp telefonun diğer ucundaki memurdan bu mesleği nasıl yapabilirim diye bilgi almıştım. Sonra ne olur ne olmaz diye formasyon dersleri alarak iş bulamazsam ilkokul öğretmeni olurum diye kendimi teselli ediyordum. Gördüm ki, bu düşüncem yeni gelecek bir nesle haksızlık olacaktı. Benden öğretmen olmaz, bu vebalin altına giremem deyip son senemde formasyon derslerini almayı bıraktım.
Başka bir iş yaptınız mı?
Bir yayınevine başvurup çalışmak istediğimi söyledim. Sonuçta alanımla ilgili bir uğraştı. Orada da kitaplar vardı. Yayınevi sahibi, “Cam silebilir misin?” dediğinde yine küçük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Cam silmeyi kendime yakıştıramadığımdan değil de, beni geliştirecek bir alan olmadığı için istememiştim. Yoksa küçükken mahallemizdeki toprak sahadaki futbol turnuvalarında su satmışlığım da vardır evelallah. Hoş! Su içtikten sonra paramı vermeyen ağabeyleri hala unutmuş değilim ya neyse.
Sonra bölümümüzde öğrenci asistanı olarak çalışmaya başladım. Mesut Yalvaç’ın öğrenci asistanlığını yaptım. Oradan bir umutla belki bölümde asistan olurum hayalini de kurmuştum.
Bir ara da Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi’nde çalıştım. O zamanki başkan Hülya Dilek Kayaoğlu’ydu. O dönemde TÜYAP Kitap Fuarı’nda derneğin kitap standı kuruluyordu. Orada da çalıştım. 1998 ya da 1999 yılı falan olmalıydı. O zamanlar kitap fuarı Taksim’de olurdu. Taksim daha bir hoştu.
Stantta çalışırken, sözüm ona bir okur, kitap alma aşamasında beni kazıklamış, kasada açık vermiştim. Kendi cebimden kapatmıştım bu açığı da. Bu işlerde bile bu tür olayların olmasından dolayı çok üzülmüştüm. Hülya Hanım’a konuyu açtım. Amacım üzüntümü paylaşmaktı; ama kendisi büyüklük yapıp bu açığı kendi cebinden vermişti. Israrla istememe rağmen o parayı bana geri vermişti. Bu stant benim için bir dönüm noktasıydı. Lise 1’e kadar eline kitap alıp okumamış bir kişi olarak kitaplarla olan duygusal bağıma, yazarların canlı silüeti de eklendi. Fazıl Hüsnü Dağlarca’lar, Erdal İnönü’ler, Selim İleri’ler, Sunay Akın’lar, Küçük İskender’ler, Muazzez İlmiye Çığ’lar ve o zaman henüz tanımadığım belki de nice yazarlarla aynı havayı soluyordum. Artık Oğuz Çetin’ler, Aykut Kocaman’lar, Şeytan Rıdvan’lar, Cevat Prekazi’ler, Metin-Ali-Feyyaz’lar benim için ikinci plandaydı. Bu futbolcular arasında Oğuz Çetin’in üniversite mezunu oluşu ve Aykut Kocaman’ın Kadıköy’de bir dershane açıp işletmesi, bu ikiliyi diğer futbolculardan ayrı bir yere koyduruyordu; ama yine de yazarlar varken topun peşinden koşanların sırası mıydı?! Orada aldığım oksijen bambaşkaydı. Standı ziyaret eden ve o dönem mesleğimizi icra edenlerin anlattıkları da ufkumuzu açıyordu.
Bu ufuklardan biri de bir özel üniversiteydi: İstanbul Bilgi Üniversitesi.
İşte ne olduysa ikinci stajımı yaptığım o özel üniversite kütüphanesinde oldu. Tam da orada kaptırdım bu mesleğe gönlümü. “Tamam”, dedim “oldu bu iş”. “Ben üniversite kütüphanecisi olmalıyım” dedim kendi kendime.
Adını o zamana kadar duymadığım Murat Belge’ler, şimdilerde pek popüler olan Elif Şafak’lar, televizyonda Levent Kırca’nın parodilerinde sıklıkla görüp güldüğüm Toktamış Ateş’ler, sinema filmini izlediğim yönetmen Derviş Zaimoğlu’lar, soyadaşım İsmet Özel’ler, bir dönem orada ders veren Murat Karayalçın’lar, soyadıyla adaş olduğum İsmail Cem’ler, Yaşar Kemal’in eşi Semiha Baban’lar, New Left Review’ün ünlü 68 Kuşağı isimlerinden editör Tarık Ali’ler (Tarık Ali adını da hep o zamanın Irak bakanlarından Tarık Aziz’le karıştırırım.), bir konferans için üniversiteye gelen Chomsky’ler… ler ler ler de lar lar lar. işte bu isimlerle de aynı havayı soluyunca benim kimyam iyice değişti. Mutluydum. İşe koşa koşa gidiyor, zamanımın çoğunu burada geçiriyordum. Geç vakitlere kadar çalıştığım oluyor, o saatlerde eve gitmeyi matah bir şey sanıyor, sanmanın ötesinde kendimi buluyor ve özgüvenimi artırıyor, içimdeki çocuğu kucağıma alıp onu saatlerce okşuyor, seviyordum.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sizi bu mesleğe çeken ne vardı?
Çok tecrübeli, sürüden ayrı bir müdür vardı başımızda: Serdar Katipoğlu. IEEE veritabanının nasıl okunduğundan tutun da, atıf indekslerinin basılısını bizimle tanıştırana dek birçok şey öğreniyordum. Sunum yapmayı, yazmayı, insan psikolojisini… Aynı zamanda çok iyi anlaştığım müthiş bir ekip vardı. Alper Aktaş vardı mesela. Genç kütüphanecilerden. Kendine münhasır bir kütüphaneciydi. Gerek teknoloji bilgisi, gerek kullanıcılarla olan ilişkisi, esprili kişiliği, üstleriyle olan seviyeli ilişkileri, mizacı ve iş çıkışlarında evine giderken sürekli “walkman”inde Ferdi Tayfur dinleyişi onu gözümde çok değişik sıradışı birisi yapıyordu. O dönem sanırım maaşı bir bankadan kredi kartı almaya yetmediği için kızmış, daha yüksek maaş veren askeriyeye girmek istemişti. Ankara’ya gidip sınavlara girmişti ve kazanmıştı. Bizim Alper Aktaş’ımız başarılarından dolayı Pekiyi ile ödüllendirilip bir de omzuna yıldız takmıştı. Teğmen Alper’i, daha sonra üzücü bir olaydan sonra, yok yere kaybetmiştik. Onu da burada anmış olduk.
Çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin.
“Amin”, canım.
Lisans eğitiminden sonra ne yaptınız?
“Önce dilimi geliştireyim” dedim. Sağolsun yine elimden tuttu Serdar Katipoğlu. Programdan kastım Bilgi Üniversitesi’nde MBA yüksek lisans programının hazırlığına gönderdi beni. Gerçi sırf benim elimi tutmuşluğu yoktu. İhtiyacı olanların da elinden tutup aynı programa göndermişti. Hatta bu konuda daha bir sebat gösterenler hazırlıktan sonra programı devam ettirip MBA programını okumaya devam edip diploma bile aldılar.
Ne büyük şans. Peki zor olmuyor muydu?
Olmaz olur mu? Ben Kartal’da oturuyordum ve her gün Kartal’dan karşıya Kuştepe’ye gidiyordum. O dönemde haftanın 6 günü hazırlığa devam ettim. Hafta içi her akşam üç dört saat derse giriyordum. Eve gitmem 11’i buluyordu. Bir de Cumartesi sabahtan, öğlen 2’ye kadar ders vardı. Hayatımın en yoğun ve yorucu dönemiydi. Pestilim çıkmıştı.
Sonra ne yaptınız?
Hazırlık bitince bizim bölümde yüksek lisansa başvurdum. 2001-2004 arasında da yüksek lisansı hallettim. Bu arada bir yüksek lisans sınıfından da hababam sınıfı yaratmıştık lisanstan tanıdığım sevgili Tolga Paçalı ve sonradan tanıdığım Atakan Aydın’la. Yaramazlıklarımızla Meral Alpay’ı deli ediyorduk. Bize gıcık oluyordu. Mesut Hoca’nın odasında ders yaparken de, bazen yer yokluğundan bir sandalyeye Atakan’la beraber oturuyorduk. Mesela o sağ yanından ben de sol yanımdan ödün veriyor öyle oturabiliyorduk. Mesut Hoca öğlen yemeklerini bizimle de paylaşıyordu. Yine örnek verecek olursam yarım ekmek döner yiyorsa bize pay ederdi. Hepimiz birer lokma yerdik. Bazen Atakan benimkini de yemeğe çalışıyordu; ama sonuçta benim rızkımdı. (Gülüşmeler) Ne hocalardı be. O zamanın hocaları bambaşkaydı. Hepsine selam olsun.
Yine hakkını yemeyeyim, derslere giderken de yine müdürümden çok destek gördüm. İnsanlıktan çıkmamak için ara sıra bir iki saat geç gelmeme izin veriyordu ki uyuyayım, dinleneyim.
Tabiri caizse sürünmüşsünüz o dönem; ama eğlenmeyi de ihmal etmemişsiniz. (Gülüşmeler)
İnsan bir yola baş koyunca, zorlayabildiği kadar zorluyor işte. Hiçbir şey kolay olmuyor. İşin içine mizah katmak, bu işin tuzu biberi aslında. Kendinize yatırım yaptığınız yıllarda bu kadar yorulmak normal karşılanmalı bence.
Mesleki toplantılara katılıyor muydunuz?
Katılıyordum. İlkini anlatayım da lafı fazla uzatmayayım. Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Kütüphanesi bir toplantı düzenliyordu. Serdar Bey, o toplantıya katılmamı hatta bir sunum yapmamı istemişti. Bütün yaz, yaz tatilim de dahil o sunuma hazırlanmıştım. Sunumda yanıbaşımdaki isimlerin ikisinden birkaç yıl önce ders alıyordum. Biri o zamanın ANKOS Başkanı’ydı. O sunumumun metni daha sonra sempozyum kitabında da yer aldı. Çok büyük bir motivasyondu benim için.
Cem Bey, bu güzel sohbete sonra devam etsek olur mu? Çok geç oldu, evden beklerler.
Kusura bakmayın çenem açıldı.
Olur mu öyle şey. İsterseniz söyleşinin bu kısmını fırına verelim, diğerini de sonra.
Benim için de iyi olur, başımdan geçenleri daha iyi düşünür, söyleşimize kaldığımız yerden devam ederiz. Bu işin daha Sabancı ayağı var ki orası da çok dolu dolu. Senin anlayacağın anlatacak çok şey var.
Yorum gönder