Bir yıldız doğuyor! | Cem ÖZEL

Bir yıldız doğuyor! | Cem ÖZEL

[avatar user=”cemozel” /]
Cem ÖZEL

Kullanıcı Hizmetleri Yöneticisi/Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi
Atatürk’e doğum günü sorulduğunda, “Neden 19 Mayıs olmasın” diye cevap vermişti. Aklıma Atatürk’ün nasıl doğmuş olabileceği geldi. Bununla ilgili bir yazı okumamıştım. Ben de kendim yazayım istedim.

Sıkıcı günlerden en sıkıcısı. Günlerce, sokaktan geçenlere kulak kabartarak cepheden gelecek haberleri takip ediyordu ihtiyar adam. 93 Harbi diye nam salan bu illet, her gece rüyalarına giriyordu. Ordu, hem batı sınırındaki Tuna Cephesi’nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi’nde Ruslar’la savaştaydı. Oğlu da Tuna Cephesi’nde görevlendirilmişti.

Nihayet o korktuğu, görmezden geldiği, sırtını çevirdiği haberler onu da bulmuştu. Mektup yazılalı tam bir ay olmuştu. Şehit olmuştu oğlu. Nasıl öldüğünü merak ediyordu? Çok acı çekmiş miydi aslanı? Yaralandıktan bir süre sonra mı ölmüştü yoksa savaşın tam ortasında, fırtınanın kökünden koparıp savurduğu bir fidan gibi yığılıp kalmış mıydı? Bütün bu sorular beynini kemiriyordu. Bir yandan kahrediyor bir yandan da oğlu şehit oldu diye içten içe gurur duyuyordu. Tek tesellisi buydu: oğlu şehit olmuştu; ama yine de hayat daha bir çekilmez oldu ihtiyar adam için. Gücü gittikçe azalıyordu, ki çoğunu bu belirsiz bekleyişte yitirmişti zaten. Şimdi ise daha bir sancılıydı. Dahası bunu, odanın dışında bekleyen ve mektubun nereden geldiğini tahmin eden sabırsız gelinine söyleyecek dermanı kalmamıştı; ama her şeyin ilacı zamandı. Tamamen silmese bile, acıların üzerine toprak örtüyordu yeni umutlar yeşertmek için. Gücünü biraz toparlaması bir saati buldu. Haberi geliniyle de paylaşmalıydı artık. “Müyesser, kızım” diye seslendi ihtiyar adam. O sırada bakır leğende çamaşır yıkayan Müyesser elini eteğiyle silip kayınpederinin yanına koştu hızla. Nefes nefeseydi. “Buyur baba”, dedi. “Gel, az biraz otur şöyle, sana diyeceklerim var” diyerek elini divanda oturduğu yerin yanına vurdu bir iki kez, otursun diye. Yorgun ve kanlanmış gözlerini ovuşturarak, “Mustafa, Mustafam”, dedi ihtiyar adam. “Ne olmuş, Mustafa’ya”, dedi. “Mustafam” diyemiyordu gelini saygısından. Bir soru daha: “Yaralanmış mı Mustafa”, dedi endişeli bakışlarıyla. Ölümü ağzına almak bile istemiyordu. İhtiyar adam, gelinin ellerini avuçlarının içine aldı. Gözlerinden dökülmeye başlayan yaşları elinin sırtında hissetti gelin. Sıcacık damlalar her şeyi anlatıyordu. “Mustafa, aslan Mustafam şehit düşmüş, kızım”, dedi dişlerini sıkarak. Müyesser olduğu yerde kurudu kaldı. Gözlerinden akan damlalar birbirine kenetlenmiş zincirler gibiydi. Olduğu yere demirlemek isteyen geminin zincirleri misali hızlıca akıp gidiyordu. Yıkılmıştı. Gücünü toplayıp çıktı odadan. Bu acının tarifi yoktu. Aşağı kattaki odasına geldiğinde delirecek gibi oldu. Dizlerinin üzerine bıraktı kendini. Göz yaşlarını tülbentiyle siliyordu. Tesellisi yoktu bu işin. Dolabı açtı. Mustafa’sının giysilerini aldı, sarıldı hepsine, koklaya koklaya. Sonra odaya yaydı hepsini. Yine sarıldı, sarıldı, sarıldı… Her birine ayrı ayrı secde ediyordu. Göz yaşlarıyla acısını Mustafa’sının elbiselerine nakış yaptı. Çaresizdi. Kocasının ölü bedenini dahi göremeyecek olması acısına körük olmuştu. Ağlayacağı, dertleşeceği bir mezar taşı bile olmayacaktı Mustafa’sının. Ondan kalan bu elbiseler, hayattaki en kıymetli eşyaları olmuştu.

***

Acı, ne denli büyük olsa da kocasının doğup büyüdüğü bu ev, onun yeri yurdu oldu. Kocasının yaşlı babasını bırakamazdı ya, hastaydı da ihtiyar adam. Kocası, onları birbirine emanet etmişti gitmeden. Ah ne vardı kocasından bir oğulcuğu olsaydı. Onu, Mustafa’sının yerine koyup teselli bulurdu.

 

Aradan geçen onca zamandan sonra acılar yerini hayatın doğal akışına bırakıyordu. Zamanın yavaş akışının hissiyatı, normal seyrine dönmüştü. Hayat devam ediyordu. Devam etmeliydi…

***

Umut dolu bir Mayıs günüydü. Ağaçlar daha bir gür açmıştı bu bahar. Kuşlar uzak diyarlardan gelecek bir şeyin habercisi, müjdecisi gibi ötüyorlardı. Ahşap merdivenin çivilerle yaşadığı husumeti duyurma çabasındaki gıcırtı seslerinden, Müyesser’in odasına geldiğini anladı ihtiyar adam. Gelin Müyesser, siniyle öğle yemeğini getiriyordu belli ki. İhtiyar adamın gözleri,  bir kalemkeş edasıyla açık pencereden henüz bitmemiş bir manzara tablosuna bakar gibi dışarıya dalmıştı. Kapı açıldı. Müyesser, Türk gelinlerine has bir özellikle, saygı ve daha önemlisi sevgi dolu kısık sesiyle “yemeğini getirdim baba” dedi. Yaşlı adam her zamanki şükran dolu ifadesiyle gelinine bakarak, “Sağ ol kızım eksik olma. Seni de yoruyorum onca işinin arasında” dedi ve siniyi alıp kanepenin yanındaki masanın üzerine bırakıverdi. Müyesser, yanakları al al “Olur mu öyle şey, sen benim babamsın. Afiyet olsun” deyip, gül cemalini yere indirerek odadan çıktı.

Pencereyi gözleyen boncuk gözlü kumru, arkadaşlarına haber verir gibi ötmeye başladı. İhtiyar adam pencerenin kenarına üşüşen kumruları görünce sevindi. Sac ekmeğini ufalayarak açık pencerenin kenarına bıraktı.

Bugün yemeğini iştahlı yiyordu. İçinde bir heyecan, onu pencereden dışarı bakmaya zorluyordu.  Karşıdan gelen komşusunu gördü. Yaklaştıkça devleşiyordu sanki. Gülerek seslendi genç adam:

-Hayırlı günler Selim Amca,

dedi sesini yükselterek.

-Sana da evladım sana da.

-Bugün pek bir iyi gördüm seni, afiyettesindir inşallah.

-Sağ ol evladım sağ ol, iyiyim çok şükür. Gelin nasıl, sağlığı yerinde mi?

-İyi iyi çok şükür, O’nun da eli kulağında, dedi genç adam.

-Haydi hayırlısı diyerek yorgun bedenini daha fazla taşıyamayan bacaklarını içeri çekti.

Ne iyi adamdı şu Ali Rıza. Gönül almasını bilirdi. İnsanın kardeşten öte böyle komşularının olması ne iyiydi. Gelini Müyesser’in kendi eviymiş gibi Ali Rıza Bey’lere rahat rahat gitmesi yaşlı adamı da çok mutlu ediyordu. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Onunla konuşurken, şımarık bir çocuk gibi ilgi bekliyordu. Nerdeyse bir haftadır da iskambil kağıtlarını alıp 66 oynamaya yanına gelmiyordu; ama şu sıralar telaşı kendinden büyüktü.

***

Akşam namazını kıldıktan sonra, tekrar pencere kenarına doğru yöneldi. Camiden çıkanlar, ikili üçlü gruplar halinde evlerine dönüyorlardı. Muhabbetleri bol olan bu yürüyüşlerde mehter takımı gibi bir iki adım ileri atıyorlar, sonra bir duruyorlar. Bu duruşlarda anlatılan şeyin önemine göre duruş süresi uzuyor, birbirlerine uzun uzun bakıyorlar sonra tekrar yol alıyorlardı. Bir zamanlar, hali gücü yerindeyken o da gidiyordu camiye; ama şimdi değil camiye, aşağı kata dahi inemiyordu dizlerinin ağrısından.

Ayak seslerinin seyrekleştiği sokaktan başını kaldırdı sonra. Yıldızlarla dolu gökyüzüne baktı. Hınca hınç dolu bir panayır yeri gibiydi. Sanki bütün yıldızlar toplanmış eğleniyorlardı. Sırayla bir parlayıp bir sönüyorlardı. Ay’ı göremedi nedense. Nerdeydi acaba? Uykusu ağırdı Ay’ın. Kalktı mı yatmak bilmiyor, sonra da sabah güneşine inat dolanıp duruyordu gökyüzünde. Pencereden gelen hoş hava, içini serinletiyordu. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı ve pencereden uzaklaştı. Sonra divanın altına koyduğu traş takımına gözü takıldı. İhtiyar adamın gençliğinden kalan ve oyuncağı gibi gördüğü traş takımının kapağını açacak oldu ki, dışarıdan gelen bir bebek sesi, dünyayı inletti. Traş takımını yerine bıraktı ve pencereye yöneldi. Ses, komşu evin açık penceresinden geliyordu. Sesin çok çıktığını anlayan hane halkı da açık pencereyi kapadı.  Kapanan pencerenin camından Ay’ın hilal siluetini gördü. Ay, sanki evin içindeydi de, yaramazlık yapmış bir çocuk gibi kapı dışarı edilmişti. Ayın penceredeki yansımasının geldiği yöne çevirdi kafasını. Ay, bu akşam en esaslı halini almıştı. Hilaldi. Çapkın delikanlı edasıyla mıknatıs gibi en parlak yıldızı da kendine çekmişti. Ay ve yıldız yan yanaydı… Yıldız da az değildi. Peçesini bir açıp bir kapayan hatunların nazlılığı vardı parlaklığında. Muhteşem görünüyorlardı.

Odanın kapısı açıldı. Müyesser iki elini önünde kavuşturmuş, başı önde, ihtiyar adamdan sessiz sessiz izin istiyordu.

-Git kızım git, benden de selam söyle.

Gözleri parladı Müyesser’in.

-Çok geç kalmam baba, merak buyurma.

Tam kapıdan çıkacaktı ki,

-Müyesser,

diye seslendi, ihtiyar adam.

-Şunu da al bebeğe götür. Çam sakızı çoban armağanımız olsun. Sakın geri vermeye kalkmasınlar, fena kızarım, dedi yüzündeki ciddi edasıyla.

Eli açıktı işte bu ihtiyar adamın. Çam sakızı çoban armağanı dediği, Mustafa’sının ona hediye ettiği gümüş köstekli saatiydi. Çok şaşırdı Müyesser.

-Ama baba, o Mustafa’nın hedi…

Lafını bitirmeden,

-Evet Mustafa’mın hediyesi; ama ben bu saatten sonra ne yapacağım kösteği mösteği kızım, dedi.

Sanki içine doğmuştu bebeğin erkek olacağı.

Evin sokak kapısının sesini duydu ihtiyar adam. Müyesser koşuşturuyordu. Kendisinin çocuğu olmamıştı. Varsın olmasın, her doğan çocuğu kendisininmiş gibi seviyordu ya, o ona yeterdi. Nedendir bilinmez bu doğan çocuk onun umudu gibiydi. Kendisinin çocuğu olsa kızına anasının adını Türkan’ı, oğluna ise kocasının adı Mustafa’yı koyacaktı; ama vermemişti yaradan… Telaşla koşup gitmesi de ondan olacaktı. Çocuğa konulacak ismi merak ediyordu.

Nefes nefese bahçe kapıdan içeri girdi. Ali Rıza, bir keyif sigarası tüttürüyordu.

-Gözünüz aydın Ali Rıza Ağabey!

-Sağ ol Müyesser sağ ol, geç içeri. Bak bakalım nasılmış bizim oğlan. Evet, kayınpederi yanılmamıştı. Komşularının bebeği erkekti.

İçeri girdiğinde ebe kadın bebeği yıkamış, kundaklıyordu. Annenin yanına geldi. Kadıncağız yorgunluktan perişandı; ama gözlerinin içi parıldıyordu. Allah analı babalı büyütsün temennilerinden sonra, hediyeyi uzattı acemi aşıklar gibi alel acele yatakta yatan kadına.

Kadın yattığı yerden yarım açmış gözleriyle hediyeye baktı, inceledi. Şaşkınlığını arttırarak:

-Amanın ne zahme… ama, ama bu saat Mustafa’nın babasına…

İşte aynı cümle ve aynı kesişim noktası:

-Biliyorum biliyorum telaş etme. Babam gönderdi. Bu saat artık bebeciğin,

dedi Müyesser.

Hediye o kadar değerliydi ki, kadıncağız iç geçirip çok teşekkür ederek gözlerini Müyesser’in gözlerinden ayırmadı. Bir süre bakıştıktan sonra, Müyesser’e:

-Al da beşiğine koy, dedi.

Saati usulca alıp bebeğin yattığı beşiğe koydu. İç çekerek bebeğe baka kaldı Müyesser. Zar zor yatağından kalkıp gelen kadın, Müyesser’in bebeğine nasıl da sevgiyle baktığını gördü. Ebe kadın beşiği sallarken Müyesser’in beşiğe koyduğu saat, bebeğin sol göğsüne doğru usulca kaydı. Bunu gören ebe kadın saati alıp kaldırmak isterken, arkadan beliren anne:

-Zararı yok, kalsın orada, oğlumu kötülüklerden korusun, dedi.

Müyesser bir süre şaşkınlıkla kadına  baktıktan sonra “Neden kalktın yatağından, dinlenmen lazım”, diyerek yatağına gitmesine yardımcı oldu. Kadın yatmak istemiyordu. Yatağında oturdu, Müyesser’i de yanına oturttu. Biraz bakıştıktan sonra, Müyesser:

-Sahi, adını ne koyacaksınız?

-Bilmem, hiç düşünmedik. Senin aklında bir şey var mı?

-Ben ne karışırım. Annesi var babası var.

-Benim aklıma bir şeyler geliyor.

-Geliyor mu?

-Evet. Mustafa… Mustafa koyacağım oğlumun adını.

-Mustafa mı sahi?

-Sahi ya ne belledin?

Müyesser sevincinden deliye döndü. Sarıldı kadına, sonra yerinden kalktı, bebeğin yanına tekrar gitti. Şimdi daha bir tatlı görünüyordu gözüne.

Bu haberi pederine yetiştirmeliydi hemen.

Çıkmak için kapıya koşan Müyesser’e:

-Dur, nereye gidiyorsun, Müyesser. Az biraz otur.

-Gideceğim, yarın sabah erkenden yine gelirim.

Kapıdan çıkmadan tekrar döndü ve ekledi:

-Sana minnettarım, çok teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettin Zübeyde Abla. Zübeyde Hanım, Müyesser’e sarılıp kulağına:

“Adıyla yaşasın Mustafamız”

“Amin” dedi Müyesser, “bin kere amin.”

***

Bahçe kapıdan çıktığında kafasını gökyüzüne kaldırdı. Ay ile yıldızın birbirlerine olan sonsuz aşkına şahit oldu.