Dağbaşında Kütüphane-Trabzon
Trabzon’un maçka ilçesine 4 kilometre uzaklıkta bulunan yazlık(livera) köyünde 1980 yılında kurduğu özel kütüphanesinde 4 bini aşkın kitap barındıran 79 yaşındaki İlyas Karagöz, ‘’ Benim bireysel görüşüme göre okumayı sevenler için en yakın arkadaşları kitaplar olmalıdır. İlkokulda harfleri katıp okumayı çözmeye başladığımda yollarda bulduğum çamurlu kâğıt parçalarını alıp okurdum. Okuma sevgim ve alışkanlığım o zamanlarda başladığını çok iyi hatırlıyorum. Bu benim için ömür boyu sürecek bir kazanç olmuştu’’ dedi.
İlyas Karagöz kimdir? Yaşam öyküsü nedir?
1933 yılında Tonya’da doğdum,1938 yılında Maçka Livera Köyü’ne ailece yerleştik. 1942–1947 yılları arasında Maçka Merkez İlkokulunda okudum. Zonguldak maden ocaklarında bir süre çalıştıktan sonra, 1963 yılında Almanya‘ya maden işçisi olarak gittim. Orada çalışırken hastalandım. Aralıklı olarak 1974 yılına kadar çalışmaya devam ettim. 1975 yılında malulen emekli oldum. 1979 yılına kadar çeşitli Alman eyalet, üniversite ve şehir kütüphanelerinde memleketim olan Doğu Karadeniz Bölgesi hakkında araştırmalar yaptım. Bulduğum belge ve kaynakların kopyalarını alarak memleketime döndüm.
Kütüphanelere gitme alışkanlığıma memleketimde de devam ettim. Ama ne yazık ki Alman kütüphanelerinde gördüğüm ilgiyi ülkemizde bulunan kütüphanelerinde göremedim. Aksine ısrarlı araştırmalarım nedeniyle kuşkuları üzerime çekip MİT tarafından takip edilmeye başlandım, karakollarda ifadem alındı, evim jandarmalar tarafından basıldı. Fakat yılmadım, yoluma devam ettim. Çünkü sanıldığı gibi vatan haini, bölücü değildim. Gerçekleri arayan, resmi tarih tezi kalıplarını aşan bir kişi olarak az çok bir çevreye sahip olabildim. Sahip olduğum çevreyi çoğunlukla yabancılar oluşturdu. Böylece yakın çevremden uzaklaşırken, uzak çevrelerle yakınlaştım.
Yaşadığınız yeri tanımak istiyoruz.
Trabzon Maçka ilçesinin güneydoğusunda 760 rakımlı, yeni uyduruk adı Yazlık, eski adı Livera Köyü’nde 1938 yılından beri yaşıyorum. Livera Köyü 1863-1922 yılına kadar Maçka’da kurulan Rodopolis Metropolitliğinin merkezi idi. Bu konumundan dolayı köy diye değil Komopolis, yani şehir diye anılırdı. 1924 mübadelesinde, 1200 nüfuslu Rum halkı köyü boşaltmak zorunda kaldı. Köy, boşalır boşalmaz Tonya, Yomra, Mulaka, Yeri gibi çevrelerden gelen insanlar tarafından kanunsuz olarak istila edildi. Bu insanlar Livera’daki Rum evlerine yerleştiler. Başkaları gelip yerleşmesin diye diğer evleri yakıp yıktı. Böylece Livera’da ilk yıkım başladı.Livera Köyü’nde kayıtlı olan yirmi iki kiliseden iki tanesi camiye çevrildiği için, yıkımdan kurtuldu. Geride kalan kiliseler, mabetler gavur malıdır anlayışının etkisiyle yıktılar. 1929-1930 yıllarında Of muhacirleri kanunen Livera‘ya yerleştirildi. Eski istilacılar evlerinden jandarmalar tarafından kovuldu. Bunların bir kısmı geldikleri yere dönerken, bir kısmı da köyün kıyısında bucağında barındı.Livera Köyü doğası, havası, sularının berrak ve tatlılığı nedeniyle Trabzon İmparatorlarının yazlığa geldikleri çok meşhur bir köy idi.19.yüzyıl ortalarında köyde ilk ve ortaokul İstanbul’daki zengin Liveralılar tarafından yaptırıldı. İhtiyaçları için vakıflar kuruldu. Rumların sürülmesiyle bu okullar yıkılıp duvar taşları yakın arazilerin tarla duvarlarında kullanıldı.1940 yılında köyde yapımına başlanan Halkevi esas görevine başlamadan 1949 yılında ilkokul olarak hizmete girdi. 1984 yılında da eski Rum okulları arsası üzerinde modern Yazlık Köyü İlk Okulu yapıldı. 2010 yılında öğrencisi kalmadığından kapatıldı.Livera Köyü’nün yerel evleri, yolları, suları kayıp olup giderken, köyün başlarını karşıdan karşıya kaplayan çam ormanları da Orman İşletmesinin tahribatından kurtulamadı. Böylece köyün havası, doğası hissedilir bir şekilde bozuldu.Eski geleneksel Rum evleri yıkılıp yerlerine köy iskânına yakışmayan iki, üç katlı beton yığını evler yapıldı.
Trabzon ve Karadeniz Tarihi araştırmalarınız ne zaman başladı, sizi yönlendiren ne oldu?
‘’Trabzon ve yöresi hakkında önceleri hiçbir bilgim yoktu. Yalnız ilçeler, köyler arasında bir birine benzemeyen şiveler, gelenekler, adet ve ananeler, insanların fiziki yapılarındaki başkalıklar dikkatimi çeken, merak ettiğim bir konu idi. Elbette bunun bir nedeni olmalıydı, ama ne idi? Bu soru hafızamda her zaman çakılı kaldı.
Almanya’da memleket hasretiyle araştırmaya başladığımda, yavaş yavaş bu bilmeceyi çözmeye başladım. İlk kez ünlü Alman tarihçisi J.Phl,Fallmerayer’in 1827 tarihinde yayımlanan “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” (Geschichte des Kaisertums von Trapezunt) adlı dünya yüzünde konu ile ilgili ilk yazılan bu kitaptan çok etkilendim. Fallmerayer 1840’lı yıllarda üç kez Trabzon’u ziyaret eylemesi ve bu ziyaret anılarını, Trabzon’la ilgili tarihi belgeler ve kitabeleri içeren diğer kitapları bu kişinin hayranı olmama neden oldu. O kadar hayranı olmuştum ki araştıra araştıra 1863 yılında ölüp Münih’te gömüldüğü mezarını bile buldum. Mezarının başında, manevi huzurunda saygıyla eğildim. ”Trabzon sana minnettardır” diyerek oradan ayrıldım.
Trabzon ve yöre halkı için ilk bilgileri veren “Xenophon’un Anabasis” (Onbinlerin Dönüşü) adı ile Türkçeye çevrilen eserin 1845 baskısını elde ettim.
Tarihte ilk kez bu yörelerde yaşayan insanları adlarıyla bildiren bu kitap da beni çok etkilemişti. Trabzon ve batıya doğru Karadeniz sahillerinde yaşayan yörenin otoktonları olan bu kabileler Kafkas kökenli olduklarını sonraki araştırmalarım ortaya koydu.
Koh, Makron, Mosynek, Dril, Tibaren gibi kabilelerin Roma döneminde birleştirilerek Sann, Zann, Cann adı altında birleştirildiklerini bunlara daha sonra Laz denildiğini; Sann, Zann, Cann’ların adının hala Canik adı ile anılan Samsun bölgesinde ve Tonya adında yaşadığı biliniyor.
M.S. 4.yüzyıldan başlamak üzere Karadeniz’in kuzeyinden geçen Türklerin, Balkanlarda karşılaştıkları Bizanslılar tarafından askeri mülk sahipleri, sürgünler, sığınmacılar olarak Doğu Karadeniz bölgesine yerleştirildiklerini, Hıristiyanlaşıp Rumlaştıklarını Bizans kaynaklarından öğrenmem mümkün oldu.
Bunları öğrendikten sonra yaşadığım yörenin ilçe ve köylerinde yaşayan insanların çeşitliliğinin nedenlerini bulmuş oldum. Ne yazık ki bu bulgularım bir yandan beni toplumdan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
Kitaplar, solmayan çiçekler mi? Sizi hayatınızda başka hangi kitaplar etkiledi?
Voltaire: ”Okuma ruhu yüceltir” demiş. Okumanın önemi hakkındaki görüşleriniz.Benim bireysel görüşüme göre okumayı sevenler için en yakın arkadaşları kitaplar olmalıdır. İlk okulda harfleri katıp okumayı çözmeye başladığımda yollarda bulduğum çamurlu kağıt parçalarını alıp okurdum. Okuma sevgim ve alışkanlığım o zamanlarda başladığını çok iyi hatırlıyorum. Bu benim için ömür boyu sürecek bir kazanç olmuştu. 1975 yılında emekliye ayrıldıktan sonra bu kazancım gittikçe artmaya başladı. Uğraşılarımdan hiçbir maddi kazancım olmadı, hep verdim, hiç almadım.
Kitaplarım beni toplumun kirliliğinden çekip çıkardı, kahve köşelerinde dedikodulardan, oyunlardan kurtardı. Beni en çok teselli edenler kitaplarım oldu. Çarşılara, pazarlara gittiğimde, yani kitaplarımdan ayrıldığımda ne kadar kalabalık çevrede bulunsam da kendimi yalnız hissettim. Eve dönüp kitaplarıma kavuştuğumda, onları açıp okumaya başladığımda hep huzura kavuşurdum. Okudukça asalak düşüncelerim dağılır, okuduğum olaylarla birlikte yaşar, kendimden geçerim. Hoşuma gitmeyen kitaplar ve konularla tartışmaya, çekişmeye girmeden bir tarafa bırakır hoşuma gidenlere sarılırım.
‘HAZRETİ MUHAMMED’İN FELSEFESİ’ ADLI KİTAPTAN ETKİLENDİM
Okuduğum yüzlerce kitaptan din, inanç konusunda Cemil Sena’nın “Hz.Muhammed’in Felsefesi”adlı kitap beni çok etkiledi. Onun verdiği kaynaklardan başlayarak islam felsefesi, tasavvuf, fıkıh, akaid gibi konuların derinliklerine indim. Şeyh-i Ekber lakabıyla anılan Muhyiddin Arabi’nin vahdet-i vücut ve Hallacı Mansur’un enel hak felsefelerinde durdum, noktalayıp buradan ileri gitmeye gerek görmedim.Osmanlı tarihinin karmaşık yollarında döndüm dolaştım. İsmail Tokalak’ın “Bizans-Osmanlı Sentezi, Bizans Kültür ve Kurumlarının Osmanlı Üzerine Etkisi” İst. 2006 büyük boy 704 sayfalık mükemmel eser, düşündüğüm doğrulara beni sevk eyledi. Osmanlı tarihini böylece noktaladım.Birbirleriyle çatışır çok çeşitli Türk tarihlerini okudum, doğrusu hiçbir görüşe karar veremedim. Türklerin genel tarihi değilse de kimliklerini Bozkurt Güvenç’in kapsamlı “ Türk Kimliği” adlı eseri beni rahatlattı.Yaşadığım Trabzon’un tarihini yazan Fallmerayer’in yukarıda adı geçen “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eseri 1940’ lı yıllarda Ahmet Eren tarafından güzel bir tercümesi yapılmış ve yayımlanması için Türk Tarih Kurumuna teslim edilmişti, yabancı kaynak düşmanlığı etkisiyle bu kitap şimdiye kadar yayımlanmadı, yakın bir zaman önce yayın sırasına konuldu, bekliyoruz.Rahmetli Mahmut Goloğlu’nun yazdığı “Anadolu’nun Milli Devleti Pontos”Ank.1973 ve “Trabzon Tarihi” Ank.1975 adlı eserlerinden başka, Trabzon için yazılıp çizilen bütün eserlerin milliyetçi, dinci duygularla yazıldıklarını gördüm. Bilimsel değerlerden yoksun olan bu eserlere kulak asmadım. 1981 yılında H.Lowry tarafından yazılmış ”Trabzon Şehrinin Müslümanlaşması ve Türkleşmesi” adlı önemli eser piyasadan toplatıldı, yasaklandı. Ama 1998 yılında ikinci baskısı yapılıp yeniden piyasaya sürüldü. Yasaklanıp sonra yeniden basılıp yayımlanmasının nedenlerini sormaya hiç de gerek yoktur.Bu kitabın etkisiyle olacak ki Hanefi Bostan tarafından hazırlanıp yayımlanması için Türk Tarih Kurumuna teslim edilen bu eser uzun bir gecikmeden sonra 2002 yılında “xv. ve xvı. Asırlarda Trabzon Sancağında Sosyal ve İktisadi Hayat” adı ile yayımlandı.Çoğu Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak yazılan bu kitap, Trabzon tarihine cevap verecek bir nitelikte değildir. Adından da anlaşılacağı gibi Osmanlı döneminin bir parçası ve taraflı yazıldığı ilk satırlarından anlaşılıyor.Anadolu ve özellikle Karadeniz bölgesinden sürülen Rumlarla ilgili bilgiler “Pontos Meselesi” adı altında bol ve çeşitli yayınlar arasında yerlerini alırlar. Hepsinde de taraflılık hemen hissedilir. Onlar yaptı biz yapmadık, onlar yaktılar, yıktılar, asıp kestiler, biz yapmadık gibi savunmalar insan aklının alacağı, inandırıcılığı olan şeyler değiller.Bütün bu yazılanlar arasında Stefanos Yerasimos’un “Milliyetler ve Sınırları” İst 1994 adlı kitabının 351–424 sayfalarında yazılan makaleden başka gerçeklerle ilgili, tarafsız bir eser henüz verilmemiştir.Mübadele ile ilgili İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yayımlanan ”Yeniden Kurulan Yaşamlar”İst.2005, ”Diplomasi ve Göç” İst.2006, ”Egeyi Geçerken” İst 2007ve “İki Kere Yabancı” İst.2008 adlı gerçekçi ve kapsamlı eserler yazıldı.En son olarak Özhan Öztürk tarafından yazılıp 2011 yılında yayımlanan “Pontos” geçmişinden günümüze kadar insanı, kültürü ile tanıtan bu dev eser sanıyorum ki kuşkularla dolu tartışmaların bir sonu ve mührü olacaktır.Aslında Pontos denen Karadeniz Bölgesinde sanıldığı ve yazılıp çizildiği gibi kuşku ve endişe verecek bir durum yoktur. Böyle kuşkuları yaratanlar ne kadar yazarlarsa yazsınlar gerçekleri yakalayamayacaklar. Gerçekleri, hayalleri yakın gelecek belli edecektir.
Kitaplığınız, hayatınızı yaşadığınız, yönettiğiniz, güncellediğiniz yer mi? Kitaplığınızı nasıl tanımlarsınız?
‘’Kitaplarım en sevdiğim arkadaşlarımdır. Onları resmi kuruluşlara hediye etmek için çok teklifler aldım. Çok sevdiğim köyümün insanlarına değil de, Livera adına vakıf etmek benim için güzel bir iş olacağında karar kıldım. Yaşayabilecekleri kadar onlar için müstakil bir yer hazırladım. Hazırladığım bu yerden dışarı çıkmayacaklar. Yanar, çürürlerse de Livera toprağında yansın çürüsünler, bu topraklara karışsınlar. Ümidim odur ki, ben de bu topraklara gömülürüm de vücudum bu topraklara karışır ve kitaplarımla tekrar buluşurum.
Hayatla ilgili görüşünüz, felsefeniz nedir?
Bu soruya Gelenler-Geçenler diye cevap vereceğim. Gelmek, bir yerden başka bir yere varmak, var olmak, doğmak anlamındadır. Bu anlamlar umutlarla doludur. Çünkü insanlar umutla yaşarlar, umutlar hiçbir zaman yok olmaz. Geleceğe hep umutla bakılır.Gelmenin karşılığı olan gitmek, geçmek ise bir yerden başka bir yere aşmak, yer değiştirmek bir durumdan başka bir duruma dönüşmek, değişmek, gitmek, uzaklaşmak, ayrılmak anlamlarına gelir. Bu anlamların hiç biri umut verici değildir. Olsa olsa iyisi kötüsü ile elden çıkıp bir daha geri gelmeyeceği umutsuzluğu vardır.“Gidenler gelmez geri” deyişi mutsuzluğun güzel bir anlatımıdır. Bu umutsuzluğun doğurduğu bir özlemdir. Ama her insan geçmişin özlemini duyar cinsten değildir. Geçenler geçmiştir der, yaşadığı ana bakar, ne mutlu o kişilere. Bana göre, ”Her gelen gün giden günü aratır”.
‘’Çocukluk ve gençlik dönemlerinde aç, çıplak, yalınayak dolaştığım, gurbetlerde aile, memleket özlemi çektiğim, başka bir dünya olan askerlikte sivil yaşamaya hasret kaldığım, Almanya’da uzun süreler hastanelerde yatıp bunaldığımda intiharı göze aldığım ve daha birçok sıkıntılı zamanlarımı hatırladığım bu günlerde, ömrümün en güzel günlerinin o geçmiş günler olduğunu anladım. İyisi, kötüsüyle o günlerimi hasretle hatırlayıp özlemini çektiğim yaşamın en önemli değerleri olan gençlik ve sağlığın bir daha ele geçmeyeceği ümitsizliği ve üzüntüleri altındayım.
Artık şimdiden sonra yaşayacağım yılların, ayların, belki de günlerin daha kötü olacağı korkulu rüyalar gibi geçip gidiyor. İşte 79 yıllık yaşamımın felsefesi budur.
Hayatta en çok nelere değer verirsiniz?
‘’Dünya değerleri her ferde göre değişebilir. Birinin değerli gördüğü bir şey başka biri için değersiz olabilir. Benim anlayışıma göre dünyanın bugünkü durumunda değer verilecek hiçbir tarafı kalmadı. Dünyanın en büyük değeri doğa idi. Çünkü kâinatta yaratılan bütün varlıklar doğanın bağrından fışkırmış, doğanın tükenmez nimetleriyle beslenmişlerdir. Bunlar arasında en değerli ve kutsal insanoğlu idi. Yaratıcı Allah ve de yüce gücün halifesi olan insan, aklı ile bu mertebeye ulaşmış, yine bu akıl ile canavarlaşmıştır. Hayvanlar ve bitkiler doğaya uyum sağlarken insanoğlu doğayı kendine uydurma çabalarına girişmiş ve bunda da büyük başarılar elde eylemiş ama mitolojik ve kutsal kitaplara bakıldığında bu başarılar bütün insanlığa felaketler getirmiştir. İnsanoğlunun başarılarının felaketler doğurması, doğayı bilinçsiz olarak kötüye kullanmasındandır. Doğa da acımasızca intikamını insanoğlundan almasını bilmiştir.
İnsanoğlu, kendi hatalarından başına gelen bu felaketlere kader deyip geçmiştir. Kendi hatalarını hiç de hesaba katmamıştır, yoluna devam eylemiştir. İnsanoğlu, yarattığı tekniği kendi canavarlığına uydurarak daha da canavarlaştırmıştır. Canavarlaşan teknik zirvesine ulaşmış ama yine doymamıştır. Yeni zirveler aramak gayretinde olduğu, tekniğin bugünkü halinden, kötüye kullanımından açık bir şekilde görülmektedir.
Böylece doğa zehirlenmekte, insan sağlığı gittikçe bozulmakta, iklimler değişmekte, doğa kısırlaşmakta, doğal giyecek ve yiyeceklerin yerini sunileri almakta, bütün değerli bu kayıplara karşı kazanılan maddiyattan başka ele bir şey geçmemektedir. Kızılderili atasözü bu düşüncemi özetliyor; “Son ırmak kaybolduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenilmez bir şey olduğunu anlayacaktır.”
İnsanoğlunun bu canavarlığına dur diyecek güç doğanın acımasız intikamı olacaktır. Mitos ve kutsal kitaplarda geçen felaketlerin bütün nedenleri insanların azgınlaşıp canavarlaşmasıdır. Bu canavarlaşmayı tetikleyen insanoğlunun doymak bilmez mal, mülk, para hırsıdır. Bu hırsı durduracak doğal felaketler de yakındır.
Bütün bu düşünceler ve nedenlerden dolayı benim ve benim gibi düşünenlerin de dünyada Pandora’nın Kutusu’nda kalan umuttan başka değer verecekleri bir şeyleri kalmamıştır.
Umut sözcüğü ummak anlamında olup iyilik dilemek, Tanrı’dan iyilik beklemek, yardım dilemek, koruyuculuk istemek anlamındadır. İnsan umutla yaşar deyimi de umutlandırmak, umutlanmak, umutlu, umutsuz olmak beklentilerinden başka bir işe yaramaz.
Benim için umut değil de hoşuma giden, sevdiğim dere, ırmak, çeşmelerin hiç durup dinlenmeden kendi kendinin itici gücü ile akan suların yanına oturup hışır hışır seslerini dinlemektir. Ne yazık ki, bölgemizi kaplayan HES tesisleri akan sulara ellerini attı, artık güzel su şırıltılarını da duyamayacağız.
İnsanların ulaşamadığı dağlarda, ormanlarda, tarihi bilinmeyen çağlarda yapılan görkemli kaleler, şatolar, hisarlar, sarayların harabelerini ziyaret eylemek, bir zamanlar buralarda yaşayan insanları hayalimde görür gibi olmak ve bu duygularla başka bir dünyada yaşar gibi algılamaktır.
Böyle mekânların etkisinden olacak ki, yıllar önce rüyada seyrek ama kocaman çam ağaçlarıyla kaplı, insanlardan arınmış ıssız vadi içerisinde görkemli, bakmakla doyulmayan çok hoş binaları ziyaret etmiştim ki, hala bu rüyanın canlılığını hafızamda saklıyorum.
Doğayı insansız seviyorum. Çünkü insan eli ulaştığı yerlerde bazı emekler görülse de, bazı gelişmeler olsa da getirdiklerinden daha fazla şeyleri alıp götürmüşlerdir. Bunun için medeni şehirlerde yaşayıp pislikleri görmektense, ulu dağlarda yaşayıp doğayı seyretmek benim için çok daha hoş ve değerlidir.
Ve kitaplarımın en değerli varlıklarım olduğuna en ufak kuşkum yoktur. Dünya malına hiçbir zaman değer vermedim, elime fırsatlar geçti ise de değerlendirmedim. Arabam, apartmanlarım, malım mülküm, bankalarda param olmadı, hiçbir zaman da pişmanlık duymadım. Her zaman, her halimde sade yaşamı yeğledim, aşırı israf ve tüketime kaçmadım. Bütün bunların sadece sözlerimde değil uygulamalarımda görülmesi mümkündür.’’
Kaynak: http://www.61haber.com
Yorum gönder