O Bir Kütüphaneci

O Bir Kütüphaneci

[avatar user=”cemozel” /]
Cem ÖZEL

Kullanıcı Hizmetleri Yöneticisi/Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi/

Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi’nde görevli kütüphaneci meslektaşımız Cem ÖZEL, bu mesleğe başlama hikayesini anlatan güzel bir yazı içeriği hazırlamış ve bu içeriğin mesleğimizi tercih edecek olan kişilere bir yol gösterici olması adına sizlerle paylaşılması uygun görülmüştür.

Şimdinin o güzel ve şirin tabiriyle Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü. Evet yıllardır Kütüphanecilik Bölümü diye eğitim veren bu bölüm yeni adıyla pek bir popüler olmaya başladı. Nedense bilgiye verilen önemi pek kavrayamamış bu ulusun genç kuşakları Bilgi ve Belge Yönetimi diye yanar tutuşur oldular. Bir kütüphaneci olarak ben de düşmüştüm bu güzelim hataya. Neden mi güzelim hata diyorum, açıklayayım.

Bundan tam 12 yıl önce, ben de bu bölümün anabilim dallarından Dokümantasyon ve Enformasyon’una takılmıştım. Adı ne kadar çekiciydi. Büyüklerimizin eşek yüküyle yatırdığı paralarla geçinen dershanelerimizin güzelim yönlendirmeleriyle kazanmıştık bu bölümü. Borsayla ilgili bir bölüm olduğunu, bütün derslerin bilgisayar üzerinden yapıldığını duymuştuk. (Sonradan öğrendiğimize göre Borsa’nın kütüphanesinde çalışan eski bir öğrencileri varmış. Dershane yetkilileri ve hocaları o öğrenciden esinlenmişler). Madem ki durum böyleydi, seçeneklerimin arasında bu bölüm de olmalıydı.

Evet kazanmıştım üniversite sınavını, beş tercihimden sonuncusuydu. Çok mutluydum ilk başta.

Üniversiteyi kazanan bir öğrencinin bunalım dolu yılları başlamıştı daha kayıt aşamasında. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kayıt olmaya gittiğimizde görevli memurun arkasındaki pankarta benzer bir bezin üstünde Kütüphanecilik Bölümü Dokümantasyon ve Enformasyon Anabilim Dalı yazıyordu. Başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Ne yani, 4 sene okuyup da kütüphaneci mi olacaktım. Başka şansım yoktu. Aileme “ben bu bölümde okumayacağım” deme lüksüm hiç ama hiç yoktu. Bunu onlara yapamazdım.

Kendime yalan söylemelerim de o günlere denk gelir. “Bir insan ya sevdiği işi yapmalı ya da yaptığı işi sevmeli” diye bir laf attım ortaya ve inandım buna. Tahmin edersiniz ki ikincisi bana tıpatıp uyuyordu. Yaptığım işi sevmeliydim. Buna rağmen üniversitenin ilk iki yılı kabus gibi geçti. Aklımı kaybedebilirdim. İnsanlara kütüphaneci olacağımı söyleyemiyordum. Kazandığım bölümün adı, daha doğrusu anabilim dalının adı Dokümantasyon ve Enformasyon’du. Adı vardı sadece o zamanlar. Herkes beni borsacı sanıyordu çünkü, ben de bu yalana inanmıştım. Bir diğer “yan yalan mesleğim” de “bilgi işlem”di. Bilgi işlemci de olabilirdim. Böyle diyordum çünkü herkese. Toplum içine çıkamaz olmuştum. Sanki hırsızlık yapmıştım, sanki bu ülkeyi lime lime soymuştum. O denli utanıyordum. Yalanım ikinci senenin ortasında gün yüzüne çıkıyordu nerdeyse. Stajlarım başlıyordu. İlk stajımız halk kütüphanelerinde olacaktı, ikincisi üniversite ve üçüncüsü özel araştırma kütüphanelerinde. İlk stajım geldi çattı. Ağabeyime staja başlayacağımı söylediğimde “hangi firmada yapacaksın” dedi. İşte o an ölmek istedim. Firma mı? Artık söyleyecektim kütüphaneci olduğumu. Yok, yine söyleyememiştim. “Kadıköy Halk Kütüphanesi”, deyince şaşırdı. “Ne yapacaksın” dedi orada. Ben de “bazı bilgisayar programları varmış, onları öğreneceğim” dedim. Çıldırmış olmalıyım. Bu nasıl bir utanma duygusudur Tanrım. Neyse ki pek üstelemedi.

Bu ilk stajım benim için bir dönüm noktasıydı. Çünkü bu mesleğe ısınma nedenim ilk stajımdı. İnsanlara yardım etmenin ne kadar mutluluk verici olduğunu o stajımda anladım. Dahası çok güzel hazırlanmış bir kütüphaneydi. Çok sıcak bir ortam vardı. O zamana kadar ilk defa bir kütüphanede bilgisayar hatta bilgisayarlar görmüştüm. Ama bu kurum da açılışını Türkiye’de yapmış olmanın acısını çekiyordu. Bizde maalesef “hizmetin sürekliliği” gibi bir kavram oluşmamıştır. Örneğin açılışını 5 bilgisayarla yaparsınız ama ondan sonra artık o bilgisayarlardan ömür boyu yararlanmak istersiniz. Eskidiği, sürümünün güncellendiği hiç aklınıza gelmez. Ya da açılışını 10 uzman personelle yaparsınız, iki sene sonra bu sayı 5’e, 4’e, 3’e düşer. Bu örnekler ne yazık ki ülkemizde fazlaca mevcuttur.

Biz yine dönelim bahtı kara mesleğimizin beni şaşırtmalarına.

Şansım açılmaya başladı bir kere. Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi’nin kitap satışları için Tüyap’taki Kitap Fuarı’nda görevliydim. İnanılmaz keyifliydi. Sol stantta Selim İleri vardı. Sağ çarprazımda Muazzez İlmiye Çığ’ı gördüm. Hasan Pulur bir stantta kitaplarını imzalıyordu. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı görmüştüm. Kitabını aldığım Sunay Akın’dan bir de imza almıştım. Erdal İnönü bir stantta kitaplarını imzalıyordu. Onu ilk defa o kadar yakından görüyordum. Onu görünce aklıma babası İsmet İnönü geldi. İsmet İnönü’yü de düşününce hedefe varıyordum. Atatürk’ü düşünüyordum. Atatürk ile bire bir konuşma fırsatı bulan Erdal İnönü’yü görüyordum. İnanılmaz bir duygu. Artık ben değişiyordum. Eskiden futbolculardan imza isterdim şimdi yazarlardan istiyorum. Kıvama geliyordum artık. Kulvar değiştirmiştim. Kendimi okumaya vermiştim. Artık içimdeki korkular azalıyordu.

Bu keyiflerin yanında kendi standımıza uğrayan mezun ağabeylerin ve ablaların mesleğimiz hakkında verdikleri bilgileri ekmeğe, suya, tuza açmışçasına yutuyorduk. Bu söyleşilerden birinde de bir üniversitenin adı geçiyordu. İstanbul Bilgi Üniversitesi. Orada çalışan bir ağabeyimiz, bize oradaki ortamdan bahsetti. Yıl 1998’di. Cd-Romlar, online dergiler, veritabanları. Evren sanki yalanıma bir kılıf uyduruyordu. Kitap da vardı tabii ama bu laflar popülerdi. Kulağımın bir köşesinde kalmış olacak ki kaderin oynadığı oyuna daha fazla engel olamıyordum. Az kalmıştı artık, ben kütüphaneciyim diye naralar atmama.

Derken bölüm hocalarımdan birinin yanında asistan öğrenci olarak çalışmaya başladım. Bu benim için güzel bir fırsattı. Üstelik para da kazanıyordum. Hem okuyup hem harçlığımı çıkarıyordum. Kendime güvenim gelmişti.

İkinci stajımın da süresi gelmek üzereydi. Üniversite kütüphanesinde yapacaktım. Kendime uygun, beni geliştirecek bir yer bulmalıydım. Aklıma İstanbul Bilgi Üniversitesi geldi. Staj için başvurmaya gittiğimde dış cephesi boydan boya camdan oluşan bir kütüphaneyle karşılaştım. Masalar ne düzgündü. Lüks bir restauranta gelmiş gibiydim. Başvurum kabul edildi. İnanılmaz bir şeydi. İçimdeki korkuları bir bir yeniyordum. Stajım boyunca bu mesleğin ne kadar güzel, yenilikçi, gelişmeye açık bir meslek olduğunu öğrendim. Buradaki stajım da bitti. Müdürüme staj sonu, “burayı çok sevdiğimi ve burada çalışmak istediğimi” söyledim. “Tabi olur, ama para veremeyiz” dediler. Biraz bozulmuştum açıkçası. Biraz düşünmek için zaman istediğimi söyledim. Önümde kısa bir hafta sonu tatili vardı. Konuyu ağabeyime açıkladığımda bu senin geleceğine bir yatırımdır, ben senin yerinde olsam kabul ederdim, dedi. İyi ki dinlemişim o mübarek adamı. Ben de öyle yaptım. İşe başlamıştım. Sadece yemek kartım vardı. Öğlenleri rahat rahat yemeğimi yiyebiliyordum. Bu bile yeterliydi beni mutlu etmeye. Okuldan arttırdığım zamanlarda hep çalışmaya geliyordum. Müthiş keyif alıyordum. Sanki üniversite benimdi. Derken bir ay sonra üniversitede çalışıp aldığım para kadar bi maaş bağlandı. İki yerde de çalışıyordum. Rüya gibiydi. İş bununla da kalmadı. Bir sonraki aylığım, ilk aldığımın tam iki katıydı, artı bir de öğrenci asistanı maaşım. Tanrım bu bir mucizeydi. Artık iş, evden aldığım harçlığı artık istemediğimi söylemeye geldi aileme. Zordu benim için bu. Gençlik ateşiyle yanlış tabir kullanabilirdim. Mesela artık istemiyorum sizin paranızı diyebilirdim. Harçlığımın yarısını finanse ettiğim ablama “ablacım ikinci bir ricaya kadar” senden aldığım harçlığımı kesmeni istiyorum” dedim ve teşekkür ettim. Harçlığımın ikinci kısmını aldığım babamdan da artık para almayacaktım. Dahası evin bir giderini karşılamalıyım diye düşünüp dururken aklıma telefon faturasını ben ödeyebilirim diye bir düşünce ilişti. Aileme bir nebze olsun bir katkı yapıyorum diye kendimi dünyanın en mutlu insanı hissettim. İşte bu hevesle artık göğsümü gere gere söyleyebilirdim kütüphaneci olduğumu.

Hayatım ev – okul – bölüm – çalıştığım kütüphane dörtgeninde yoğun bir tempoda geçiyordu. Ders saatlerimiz çok da yoğun olmadığı için bu koşuşturmacada kazanan taraf hep ben oluyordum. Şuna da dikkat etmiştim ki ne kadar yoğun olursam bölüm derslerinde de o kadar başarılı oluyordum.

Peki ne öğretiliyordu bu 4 yıl boyunca. Önemli bilgi kaynaklarını tanıyorduk ilk yıl, ilerde kullanmamız gereken istatistik dersini de bu yıl alıyorduk. En önemlisi de Bilgi kavramını inceliyorduk. Temellerimiz oluşmaya başlıyordu. İkinci ve üçüncü sınıfta kataloglama ve sınıflama derslerimiz vardı. Bu bölümün zor derslerinden biriydi. Amacı bilgiye, gereksinimi olan kişiye en kolay bir şekilde ulaştırmak için bilgiyi organize etmekti.

İkinci sınıfta ileride çok işimize yarayacak bir ders daha görüyorduk. Araştırma yöntemleri. Bir araştırma nasıl yapılır sorusunu felsefi açıdan ele alıp en ince ayrıntısına kadar inceleme fırsatı buluyorduk. Ama bunu ne yazık ki üniversite yıllarında görüyorduk. Çocukluktan başlayıp, ilköğretim ve lise dönemlerinde okul kütüphanesi ve halk kütüphanelerini görmeden büyüyen bizler üniversiteye gelince sudan çıkmış balık gibi oluyorduk. Bir kitabı katalogtan nasıl tararız, kitabı nasıl raftan buluruz gibi en kolay işleri bile yapamıyorduk. Maalesef bu durum hala mevcut. Bırakın lisans öğrencisini , master ve doktora öğrencileri bile araştırma yapmayı tam öğrenmeden okullarından mezun olmaktadırlar. Bu yüzden geç de olsa bir çok üniversite kütüphanesi öğrencilere daha ilk yıllarında kullanıcı eğitim seminerleri vermektedirler.

Lafı fazla uzatmayalım bu bölümün öğrencilere sunduğu en büyük avantajlarından biri de staj yapma olanağıdır. Hem de bir değil tam üç tane zorunlu stajımız vardı. Birçok öğrenci bu mesleğe bu stajları vesilesiyle daha da ısınıyordu. Kimi halk kütüphaneleri stajlarında bu alana kayıyor kimi üniversite stajından etkilenip üniversite kütüphanelerinde çalışıyordu. Kimi de özel araştırma kütüphanelerinde. Staj yapılan bu kütüphaneler aynı zamanda kütüphanecilik bölümlerinin bir AR-GE’si gibiydiler. Okulda öğrendiklerimizi bu stajlarda pekiştiriyor burada gördüğümüz yenilikleri ya da sorunları inceleyip kendimizi geliştiriyorduk. Son sınıfta da hemen her bölümde olduğu gibi uzmanlaşmamızı sağlayacak dersler görüyorduk.

Nasıl geçtiğini anlayamadığım bir 4 yıldan sonra, daha okulu bitirmeden Bilgi Üniversitesi’nde kadroya girmiştim. Daha mezun olmadan iş bulmuştum. İlk iki yıl içinde bunalımdan bunalıma mekik dokuyan adam ben miydim? Bununla da kalmayıp bir de üstüne yine aynı bölümde master yapmıştım. Hayatım nasıl da renklenmişti. 7 yıl bünyesinde çalıştığım Bilgi Üniversitesi’ndeki tecrübelerimi de yanıma alarak bu alanda öncü bir diğer üniversite kütüphanesi olan Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi’ne geçmiştim. Yaklaşık 10 yıllık mesleki hayatımda kendimi geliştirebilecek en uygun yerlerde çalışmış olmamın keyfini çıkarıyordum.

Çalıştığım yıllar içinde bir çok da mesleki toplantılara katıldım. Bu vesileyle bir çok yere de gitme fırsatı yakalamış oldum. Ankara, Bolu, Çanakkale, Mersin, Adana, Eskişehir, Trabzon seyahatleri. Bunlardan birinde de ilk sunumumu yapıyordum. 2002 yılında. Sunum metnimi gönderdiğimde kabul ediliğini öğrendim. Metnimi hazırlamak için 2-3 ay yoğun okumalarım oldu. Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ndeki sempozyuma böylece katılmış oldum. Oturum Başkanlığı’nı yıllardır derslerine katıldığım Bölüm Başkanım yapıyordu. Bu da ayrı bir heyecandı. İşin daha bir enteresan olanı da sempozyum olup bittikten iki üç ay sonra konuşma metnimi Ankara Üniversitesi’nden istediler. Bildirilerden kitap yapılacağını söylüyorlardı. Yaptığım sunumun metni bir kitapta geçecekti. İnanamıyordum. Sonuç olarak işin bu boyutu da vardı bu mesleğin. Her zaman canlı, kendini yenileyen bir meslek. Yılda bunun gibi onlarca toplantı düzenlenir yurt genelinde. İşin bir de yurt dışı boyutu vardı. Yurtdışında da birçok toplantı ve eğitim seminerlerine katılmak mümkündür. Bu vesileyle Hollanda, Lüksemburg ve İngiltere’ye kısa süreli seyahatlerim olmuştu.

Üniversitelerde genelde idari personel olarak geçen kadrosuna rağmen bilimle iç içe ve bilimsel çalışma yapabileceğin ender alanlardan biri. Yazdığınız makale bir bakmışsınız dünyaca kabul görmüş, çok önemli bir indeks olan Web of Science’da yayınlanmış. Hiç şaşırmamak gerek.

Yurtdışındaki bazı haberler de iştahımızı arttırıyordu. Örneğin İskandinav ülkelerinde sabah kütüphaneler açılmadan kapı önündeki kuyrukların haberi buralara kadar kuyruk olup gelmişti. Hocamızın bir derste Harvard Üniversitesi’nin 2001 yılı bütçesini ne kadarmış, bileniniz varmı sorusu üzerine bir çok tahminde bulunduk. Kimse yanından bile geçememişti. Harvard Üniversitesi Kütüphanesi’nin 2001 yılı bütçesi 104 Milyon Dolar’dı. Kulaklarımıza inanamıyorduk. 104 Milyon Dolar. Bir üniversite kütüphanesinin bütçesi. Ülkemizde yüz milyonlar seviyesinde olmasa da bir çok üniversite kütüphanesinin yıllık bütçesi milyon dolarlar seviyesindedir. (Son zamanlarda ise fakültelerden bozma yeni üniversitelerin kütüphanelerinin yıllık yaklaşık bütçeleri 50.000 YTL. Komik değil mi, komik ama gerçek. Söz açılmışken yeni açılan üniversitelere bir de bu açıdan baktığımızda olayın vehameti gözler önüne serilmektedir.)

Bütün bunlara rağmen Türkiye’de kütüphane kültürünün nedense oluşmamış olması düşündürücüdür. Tarihe baktığımızda ise bugünleri utandıracak cinsten hadiseler yer almaktadır. Örneğin Beyazıt’taki Nurosmaniye Kütüphanesi. Kütüphane, Külliye ile birlikte 1755’te açılmıştır. Açılışı da bu zamana kıyasla bayağı bir görkemli olmuştur. Nedeni olarak şunu öne sürebiliriz. Ülkemizde en azından İstanbul’da, Kütüphane Haftası açılışının hep Vali tarafından yapılacağı, broşürlerde yazılıyken, nedense Vali’nin hep daha önemli işleri çıkar ve vekaleten Vali yardımcısı teşrif eder. Ama gelin görün ki Nuruosmaniye Kütüphanesi’nin açılışını zamanın en ileri devlet adamları yani Padişah, sadrazam ve ulema tarafından yapılması taktire şayandır. Kütüphaneye o zaman için verilen önem kütüphane personelinin sayısına bakıldığında da anlaşılmaktadır. Hizmete açıldığında geniş bir personel kadrosu varmış. 1 Nazır-ı kütüphane, 6 hafız-ı kütüp, 6 müstahfız, 3 bevval, 1 mücellid ve müzehhib ve 1 ferraş olmak üzere toplam 18 kişilik kadro. Bu 18 kişilik kadronun bugün birçok üniversite kütüphanesinin kadrosunu sayı olarak geçmesi gerçekten hiç de küçümsenmeyecek bir sayıdır. Bu sayı şimdi 3’e inmiştir.

Birçok popüler meslek alanına yığınla kaymış ve işsiz kalmış gençlerimizin (örneğin işletme, iktisat…), gizli özne statüsündeki bu meslekle ilgili bakış açılarını ve görüşlerini belki bir nebze olsun değiştirebilmişimdir. Sözün kısası, yukarıda artısıyla eksisiyle birçok örneğini verdiğim bu meslekle ilgili son sözü size bırakıyorum: Kütüphanecilik utanılası bir meslek adı mı, yoksa …!